Antalya escort Antalya escort bayan Antalya bayan escort

Makedonya Cumhurbaşkanı Dr. Gjorge Ivanov Fahri Doktora Ünvanı verildi - MySivas.Com Sivas HaberleriMySivas.Com Sivas Haberleri

29 Mart 2024 - 15:08

Makedonya Cumhurbaşkanı Dr. Gjorge Ivanov Fahri Doktora Ünvanı verildi

Son Güncelleme :

11 Mayıs 2018 - 13:02

Makedonya Cumhurbaşkanı Dr. Gjorge Ivanov Fahri Doktora Ünvanı verildi

Makedonya Cumhurbaşkanı Dr. Gjorge Ivanov Fahri Doktora Ünvanı verildi.Çeşitli Programlar için Sivas’a gelen Makedonya Cumhurbaşkanı Dr. Gjorge Ivanov Cumhuriyet Üniversitesinin davetlisi olarak Sivas’a geldi.Cumhuriyet Üniversitesi Rekötür Alim Yıldız,Vali Davut Gül’ü ve Belediye Başkanı Sami Aydın’ı ziyaret eden Ivanov,Cumhuriyet Üniversitesi şeref defteri imzaladıktan sonra Cumhuriyet Üniversitesi Kültür Merkezinde programa geçti.Burada konuşan Ivanov,Sizlere Sivas’ta, seçkin bir üniversite olan “Cumhuriyet Üniversitesi”nde hitap ediyor olmaktan büyük bir onur duymaktayım. Bana Fahri Doktora Unvanı verdiğiniz için sizlere en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Bu unvan, onu taşıyanlar için hem bir ayrıcalık hem de bir onur kaynağıdır.
Yarın, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşundan bu yana 95 yıl geçmiş olacak; O Meclis ki, bir yıl öncesinde Sivas Kongresi’nde alınan tarihi kararların bir meyvesiydi.
Sivas Kongresi’ne katılanlar, amaçlarının bağımsızlık ve ulusal egemenlik olduğunu ve Anadolu’nun özgürlüğü ve bağımsızlığı için savaşacağını dünyaya duyurdular. Kongre, bir ilke imza atarak TBMM’nin kuruluşuna dek Ulusun iradesini savunacak olan Heyet-i Temsiliye’yi kurmuştur.
Sivas Kongresi tüm Ülkeyi temsil ediyordu ve bağımsızlık uğruna verilecek olan savaşın en başından itibaren Türk Ulusu’nun aynı hedef etrafında topyekün birleştiğini tüm dünyaya kanıtlamıştır. Tarihî Sivas Kongresi’nde alınan kararlar bu mücadele boyunca arka planda görülebilmektedir. Bu, devrimci bir Kongreydi, çünkü İstanbul Hükümeti’nin amansız direnişine ragmen gerçekleştirilmişti.
Ne var ki, Sivas Kongresi Makedonya’lı bir adam sayesinde gerçekleştirilebilmişti – Kongreyi başlatan ve Başkanlığını yapan Mustafa Kemal Atatürk. Mustafa Kemal, kabiliyetleri açısından bir asker, sezgileri açısından bir öğretmen, hassasiyetleri açısından ise – bir siyasetçiydi.
1. MAKEDONYA: AVRUPA’YA AÇILAN BİR PENCERE
Makedonyalılara Atatürk ismini söylediğinizde ilk akıllarına gelenler: ailesinin geldiği yer olan Kocacık, doğum yeri olan Selanik ve eğitim gördüğü yer olan Manastır olur.
Babası Ali Rıza Efendi ve annesi Zübeyde Hanım, Kocacık’tan Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1881’de doğduğu kabul edilen Selaniğe taşındılar. Toplumsal değişimlerin farkında olan babası, oğlunun geleneksel din eğitimi veren bir okul yerine modern bir müfredata göre eğitim veren yeni açılmış bir okulda okumasını istemiştir. 1896’da Manastır Askeri İdadisine kaydolduysa da birkaç yıl sonra İstanbul’a gitmiştir1
Mustafa Kemal ve Makedonya arasındaki bağ sadece coğrafi bir bağ değildi. Makedonya sadece onun doğduğu yer değil, aynı zamanda onun anlayışını, görüşlerini ve karakterini şekillendirmiş olan ortamdı. Makedonya’da, Atatürk, birlikte varolmanın ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrenebilmişti – başkalarını kabul etmek gibi Makedon değerlerini orada öğrenmiştir.
Çok sonraları, İmparatorluğun ve hâlâ Osmanlı idaresi altında olan halkların geleceği hakkında düşünürken, Atatürk, “Aralarında Makedonya ve
3
Arnavutluğun da bulunduğu Türkiye sınırları dışında kalacak olan bölgelere önce özerklik ve sonra tam bağımsızlık verilmelidir”, demiştir.2 Bu ileri görüş, sonunda, 24 yıl önce, 8 Eylül 1991 referandumunda Makedonya vatandaşları akıllı bir karar vererek bağımsız, egemen ve özerk Makedonya Cumhuriyeti’ni kurduklarında gerçekleştirilebilmiştir.
Makedonya’da, Atatürk, ilk aşkıyla, bugün bile büyük bir zevkle dinlediğimiz en güzel Makedon halk şarkılarından birinde anlatılan güzel Eleni Karinte ile tanışmıştır. En sevdiği şarkıya konu olan -Vardar Ovası- da, Makedonya’dadır.
Atatürk yükseköğrenimini Paris, Londra veya Viyana’daki okullarda yapmadı – O, ilerici Avrupalı ideallerini Makedonya’da edindi. O, Batı’lı fikirleri doğal ortamlarının dışında, o fikirlerin uygulanması gereken yerde öğrenmedi. Peşinde olduğu şey, değerlerin basit bir şekilde kopyalanması değil, daha ziyade onların tüm toplumsal ve siyasi ortamlara düzenli ve köklü bir şekilde uygulanmasıydı.
Fransızca’yı kozmopolit Selanik’te3, daha sonra Türkiye’nin ilk Başbakanlarından biri olacak olan, Makedonya’dan arkadaşı ve memleketlisi, Pirlepe’li Ali Fethi Okyar’dan öğrenmiştir.4
Makedonya’da, doğup büyüdüğü Selanik ve Manastır’da öğrendiklerini, daha sonra Türkiye’de uygulamıştır. Dolayısıyla, O’nun köklü reform modelinin kaynağı, orada bulunduğu dönemde hem halkın ileri gelenlerinin hem de halkın genelinin Batı Avrupa değerleriyle tanıştığı, konsüllerin mağrur kenti olarak bilinen Manastır’dı. Manastır, İmparatorluğa ilerici fikirlerin girdiği, Avrupa’ya açılan bir pencereydi.
Manastır, Avrupa moda, kültür ve fikirlerinin simgesel olarak “à la Turka” ifadesiyle betimlenen doğulu değerlere baskın geldiği yerdi. Atatürk, fes yerine şapkayı Manastır’da giymiş ve belki Arap harflerinden Latin harflerine geçme fikrini de ilk olarak Manastır’da düşünmüştür.
Fakat inanıyorum ki Manastır ve Makedonya’nın Atatürk üzerindeki etkisi salt şekilsel estetik unsurlardan çok daha ötedeydi. Basitçe ifade etmek gerekirse, “à la Franga” sadece bir giyim kuşam, davranış ve konuşma tarzı değildi. A la franga, herşeyden önce, Batı’lı düşünürlerin çalışmaları yoluyla Makedonya ve Osmanlı İmparatorluğu’na ulaşmış, Aydınlanma Çağı ideallerini de kapsayan, bir fikirlere açık olma ve kabul etme durumuydu. Bu fikirlerin içinden geçerek geldikleri pencere, Manastır’dı.
2. ATATÜRK’ÜN KİTAPLIĞI
“Bana ne okuduğunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” deyimini duymuşsunuzdur. François Mauriac buna şöyle bir ekleme yapmıştır: “Bana neyi tekrar okuduğunu söylersen seni daha iyi tanıyabilirim.”5
4
Tarih, birçok büyük insanın kitaplardan öğrendikleri fikirler sayesinde büyük olduklarının tanığıdır. Büyük İskender’in, Homer’in İlyada’sını okuduğunu ve birçok girişiminde Aşil’den ilham aldığını biliyoruz. Kristof Kolomb’un en sevdiği kitap Marko Polo’nun heyecan verici seyahatlerini anlattığı Hatıraları idi, öte yandan Thomas Jefferson’u en çok etkileyen kitaplardan birinin John Locke’ın Yönetim Üzerine İki İnceleme adlı liberalizmin başyapıtı olan eseriydi.
Kendisi bir asker olmasına rağmen, Mustafa Kemal Atatürk öğrenimini Moltke’nin askerliğin tarihi veya Napoleon’un seferleri gibi eserlerle sınırlamamıştır. Hala Selanik’te iken Ali Fethi ile birlikte ellerine geçirebildikleri her yasaklanmış eseri okuduklarını biliyoruz. Voltaire, Rousseau ve Le Bon’un yanı sıra İngiliz kuramcılar Thomas Hobbes ve John Stuart Mill. 6
2.1. Boğaziçi’nin Hasta Adamı: Hastalığın Teşhisi
Charles de Montesquieu’nün Mustafa Kemal Atatürk’ün en sevdiği yazar olduğunu tam olarak iddia edemeyeceğim, ancak kütüphanesinde Romalıların Büyüklüğünün ve Çöküşünün Nedenleri Üzerine Düşünceler adlı eserinin bir kopyasının bulunduğunu biliyorum.7 Kemal’in fikirlerinin, siyasi görüşlerinin ve reform çabalarının kaynağını kısmen bu eserde bulabileceğimize inanıyorum.
Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu belirleyen tarihi dramın ilk önce tanığı sonra ise bu drama dâhil olan başlıca kişisiydi. Sürdürülemez bir imparatorluğun zayıflıklarını ve tehlikelerini gayet iyi biliyordu. Montesquieu’nün aşağıdaki sözleri herhalde bizzat Atatürk’ün kendi deneyim ve gözlemlerini teyit ediyordu:
Devletin büyüklüğü, şahısların servetlerinin de büyük olmasına yol açtı. Fakat zenginlik mal mülkten değil iyi davranışlardan ileri geldiği için, Romalıların sınır tanımayan servetleri hayatlarında sınırsız bir lüks ve bolluk yarattı. Önce servetleri yüzünden yozlaşanlar, sonra yoksullukları yüzünden yozlaştılar”8
Atatürk’ün amacı kendi içinde tutarlı bir siyaset kuramı yaratmak değildi; bir felsefi veya ideolojik ekolün sıkı takipçisi de değildi.9 Bununla birlikte, O, yararcı bir düşünürdü.
Atatürk’ün fikirlerinin ve düşüncelerinin özünü kapsayan felsefesi, dünyaya dogmalardan arınmış akılcı bir bakışı temsil eder. Farklı düşünce sistemlerini uzlaştıran yaklaşımıyla, daha sonra Kemalizm olarak bilinecek olan altı ilke üzerine kurulu çerçeveyi netleştirip somutlaştırdı: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, İnkılapçılık, Laiklik ve Devletçilik. 10
Bir ülkenin gerçeklerinden doğan sorunlar karşısında aklın ve bilimin önderliğini kabul eden bu modern görüş, Türk milletini geleceğe yönlendirmiş ve yönlendirmeye devam edecek olan bir görüştür. Bu yüzden inanıyorum ki Montesquieu’yü okumaya devam ederken Atatürk aşağıdaki şu cümlelere de dikkat etmiş olsa gerektir:
5
Roma’nın egemenliği sadece İtayla ile sınırlıyken cumhuriyet kendini kolayca idame ettirebiliyordu. Her asker aynı zamanda bir vatandaştı; her bir konsülün bir ordusu vardı; ve diğer vatandaşlar da başa geçen kimse onun komutasında savaşa giderdi. Asker sayısı çok fazla olmadığı için, askere alınanların şehri korumayı isteyebilecek kadar mülke sahip olanlar arasından seçilmesine özen gösterilirdi… Fakat, cumhuriyetin silahları Alplerin ve denizin ötesine taşındıktan sonra, feth edilen ülkelerde kalan askerler zamanla Roma vatandaşı ruhunu yitirdiler; ve, ordulara ve beyliklere hükmeden generaller, güçlerinin bilincine vararak, artık itaat etmez oldular.” 11
Belki de Montesquieu’nün bu düşüncelerinin yönlendirmesiyle, Atatürk 1907’de Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını değiştirmesi ve Türk Milletinin etnik sınırları olarak gördüğü bölgeye çekilmesi gerektiğini düşünmüş ve böylelikle Türk Ulus Devleti’ni oluşturmuştu.12 Onun çağdaşlarından olan ve biyografisini yazan birinin ifade ettiği gibi, Mustafa Kemal’in büyüklüğü hem kendisinin hem de ülkesinin eksikliklerini iyi bilmesinde yatıyordu. 13
Bu anlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi sınırlarını kendi iradesiyle değiştirmesinin, İmparatorluğun ve Türk Milleti’nin çıkarları doğrultusunda olacağına inanıyordu. Buna karşılık, sınırların Avrupa’lı güçler ve komşu Balkan devletleri tarafından değiştirilmesi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türk Milleti’nin çıkarlarına ters olacaktı.
Her ne kadar büyük bir imparatorluğun sürdürülebilirliği konusunda iyimser değil idiyse de, Atatürk büyük halklara ve devletlere karşı değildi; yeter ki büyüklük kültürde ve maneviyatta olsun. İşte bu yüzden demiştir ki: “Eğer bir millet büyükse, kendisini tannımakla daha büyük olur.” 14
2.2. Hastalığın Çaresi: Cumhuriyetçilik, Devletçilik, Egemenlik ve Laiklik
2.2.1. Cumhuriyetçilik ve Devletçilik
1789 Fransız İhtilalinin ilkeleri ve Cumhuriyetçilik fikirleri Atatürk’ün idealleriydi.15 O, Jean Jacques Rousseau’nun her meşru yönetimin cumhuriyetçi olduğu görüşünden çok etkileniyordu: “Dolayısıyla, yönetim şekli ne olursa olsun kanunlar ile yönetilen her Devlet’e ben “Cumhuriyet” adını veriyorum: çünkü sadece bu durumda halkın çıkarları yönetimdedir ve “res publica (halkın işleri)” gerçeklik kazanır. Her meşru yönetim cumhuriyetçidir;”16
Devlet düzeninden bahsederken Montesquieu bir noktada şöyle der:
Soyağacının yönetimle ilişkisinin bulunmadığı bir düzen olan cumhuriyetler bu bakımdan en mutlularıdır; çünkü halk, istediğine bahşettiği ve istediği zaman geri alabileceği bir yetkiyi daha az kıskanır.17
Bu tür katıksız cumhuriyetçilik, çöken Osmanlı İmparatorluğu’nu takip edecek olan yeni Türk Cumhuriyeti’nde yerini bulacaktır. Bu, saltanat için olduğu
6
kadar, ağalar, beyler ve paşalardan oluşan ve zaman içinde istekler ve beklentiler açısından kokuşmuş, merkezi yönetime karşı asîleşmiş ve İmparatorluk’taki Hristiyan halklara karşı saldırganlaşmış, nesilden nesile miras kalan Osmanlı aristokrasisi için de dramatik bir sonu hazırlayacaktır.
Bu noktada esas soruya geliyoruz: Sürdürülebilir olmak için bir cumhuriyet neye gereksinim duyar? Atatürk Montesquieu’nün fikirlerini modern Türkiye’de nasıl uyguladı?
Her şeyden önce, yeni bir başkent belirledi. Güçlü ve hayat dolu Roma Cumhuriyeti, -büyük genişleme ve fetihlerden, İstanbul’un kuruluşundan ve krallığın bölünmesinden önce, sadece bir tek şehirle özdeşleşmişti- Roma. Aynı şekilde, Türkiye Cumhuriyeti de ikinci Roma ile bağlarını koparmalı ve kendini yeni bir başkent ile özdeşleştirmeliydi – Ankara.18 Diğer bir deyişle, devletin başkenti ile özdeşleşmesi ve eski düzen ile tüm bağların koparılması için, Atatürk, yeni devletin yeni bir başkenti olmasını istedi.19
Daha sonra, Batı değerleri doğrultusunda tek alfabeli standart bir Türk dili tanımladı – Latin alfabesi. Atatürk, önce kendisi yeni yazım sistemine hâkim olduktan sonra, ülke çapında dersler düzenledi ve buralarda bir öğretmen gibi elinde tebeşir Türkçe alfabenin yeni harflerini tahtaya yazdı ve başkalarını da yazmaya teşvik etti.20 Bunun iki amacı vardı:– Arap harflerinden ötürü Arap ülkeleriyle ilintili olan eski düzenle bağları kopartmak ve Batı dünyası ile daha yakın ilişkiler kurmak.
Üçüncüsü – güçlü, merkezi ve laik bir ordu kurdu. Harp Akademisi öğrencisiyken, Mustafa Kemal, subayların görevinin askerileştirilmiş bir ulusta devleti yönlendirmek olduğunu düşünen ve orduya güçlü bir rol verilmesinden yana olan Alman askerî kuramcısı Colmar Von Der Goltz’un fikirleri ile tanışmıştır.21 Trablus Garb, Fizan ve Sirenayka eyaletlerinin kaybedildiği 1911-1912 Türk-İtalyan savaşına Atatürk bizzat katılmıştır. Aynı zamanda Türkiye’nin 1912’de 1. Balkan Savaşı’nda ve 1. Dünya Savaşı’nda uğradığı yenilgilere de tanık olmuştur.
“Boğaziçi’nin Hasta Adamı”nın eşzamanlı olarak askeri yenilgilere ve toprak kayıplarına uğradığı zamanların bir tanığı olan Atatürk, sorunun kısmen ordunun kendisinde olduğunu anlamıştır. Montesquieu’nün şu sözleri Atatürk’e muhakkak yabancı gelmemiştir:
O zaman büyük orduların askerleri (lejyonerler) sadece kendi generallerini tanır oldular –tüm umutlarını ona bağladılar- ve şehri kendilerinden uzakta görmeye başladılar. Cumhuriyetin askerleri olmaktan çıkıp, Marius’un, Sylla’nın, Pompey’in ve Sezar’ın askerlerine dönüştüler. Roma artık bir eyaletteki ordu komutanının kendi generali mi yoksa bir düşmanı mı olduğunu bilemez olmuştu… Romalılar sonunda askeri disiplinlerini kaybettiler ve kendi silahlarını bile kullanmayı bıraktılar. [A]skerler önce çok ağır buldukları zırhlarını İmparator Gratian’ın izniyle üzerlerinden attılar, ardından da miğferlerini; öyle ki, düşmanlarının vuruşlarına karşı savunmasız kaldıklarından tek düşünceleri kaçmak olmuştu.”22
7
Atatürk, belki de bu dersi aklında tutarak, iyi eğitilmiş ve disiplinli bir orduyu devletin merkezine yerleştirmiştir.
Dördüncüsü, gerçek anlamda egemen ve laik bir cumhuriyetin ön koşulu olarak saltanatı ve halifeliği yıkmıştır. Şeriatı yıkmış, yeni yasaları yürürlüğe koymuştur. Çünkü iyi ve uygun kanunlar arasında, devleti imparatorluğa dönüştürmek için üretilmiş kanunlar ve imparatorluğu devam ettirmeye uyarlanmış kanunlar arasında, büyük bir fark vardır.
2.2.2. Egemenlik ve Laiklik
Bu noktada can alıcı bir terime ulaştık – egemenlik. Atatürk, Fransız İhtilali’nin idealleri ışığında, Sivas Kongresi ile Türk Milletinin kendi egemenliğini yeniden kendi ellerine alacağına inanmıştı. Türkiye’nin modern bir ulus olabilmesinin tek yolunun, ulusal egemenliği temsil eden tek bir mercide toplanmış bir güç birliğinden oluşan, bölünmüş olmayan bir siyasi düzen ile mümkün olduğuna inanmıştı. Dolayısıyla, TBMM, yasama, yürütme ve yargıyı denetleyen bir merci olarak ortaya çıktı. TBMM’nin seçilmiş Başkanı olarak Atatürk, ülkede yapılması gerekli inkılapları gerçekleştirebilmek için gereken muhteşem bir güce sahip oldu. İyi ama egemenlik tam olarak nedir?
Devam edebilmek için Montesquieu’yü bir yana bırakıp birbuçuk yüzyıl geriye, 1576’ya, Jean Bodin’in Cumhuriyet Üzerine Altı Kitap adlı eserinin basıldığı döneme gitmemiz gerekir.23
Mustafa Kemal Bodin’in Cumhuriyet’ini okumuş mudur bilmiyoruz, ama bildiğimiz bir şey varsa o da Bodin’in din ve diğer işleri birbirinden ayıran laik devlet modelini Mustafa Kemal’in uygulamada gerçekleştirdiğidir. İzninizle neden bahsettiğimi kısaca açıklayayım.
Protestan reformunun çalkantılı zamanlarında yaşamış olan Jean Bodin, dönemin Avrupa siyasal düzeninin ana sorunlarını belirlemiştir. Avrupa derebeylik düzenini sarsan krizin nedenlerinden biri kimin kimi yönettiği ve kimin kime tabi olduğunun giderek belirlenemez hale gelmiş olmasıydı. Büyük askeri, siyasi ve aynı zamanda düşünsel kavganın tam ortasında yer alan soru, mutlak güce kimin sahip olacağıydı – devlet mi, kilise mi, imparator mu, yoksa Papa mı?
Bodin, tüm kutsanmış kralların Papa’nın astı olduğu, ya da Papa’nın, görevlerini yerine getiremeyen tüm kralların koruyucusu olduğu iddialarını kayda geçirmiştir. Papalar, prenslere meşruluk verme yetkisine sahip olduklarına inanırlardı. Bazıları kendilerine, Fransa Kralı hariç, İmparator ve tüm kral ve prensleri yargılama yetkisi verecek kadar ileri gitmişlerdir. Papa Gelasius kralları görevden alma yetkisine sahip olduğunu ve onun izni olmadan hiçbir prensin idare yetkisi olmadığını bile iddia etmiştir.
Papa, devlet kanun ve düzenlemelerini hiçe sayarak astlarına ayrıcalıklar, aflar ve dokunulmazlıklar dağıtmıştır. Özetle, papalığın gücünü savunanlar papaların tüm prenslerin kanunlarını bir kenara itebileceklerine inanmışlardı.
8
Bu noktada, Bodin gözlemleriyle devreye girmekte ve Avrupa devletlerinin temel amacının ve nihai hedefin egemenlik olduğunu görmektedir. Tam da bu nedenden ötürü Bodin egemenliği şöyle tanımlar: Cumhuriyetin mutlak ve kalıcı gücü.24 Egemenlik hakkındaki düşüncelerinde, papaların Avrupalı İmparator, kral ve prensler üzerindeki yetki ve gücüne karşı çıkar ve devletler içinde güçlü denetim ve yönetimi savunur. Çok geçmeden bu egemen, merkezî ve laik mutlak devlet modeli bir istisna olmaktan çıkıp genel geçer bir kural haline gelmiştir. Bu model 1648’de egemen devletleri Avrupa düzeninin merkezine yerleştiren ve böylelikle Papa’yı siyasi güçten mahrum bırakan Vestfalya Antlaşması’nın tesis edilmesinin temelini oluşturmuştur.
Çok daha sonra Mustafa Kemal Atatürk önce Saltanat ve Halifeliği birbirinden ayırarak, sonra ise bunlara son vererek aynı modeli uygulayacaktır.25 Ama bunu yapmadan önce Halifeyi siyasi gücünden mahrum etmiştir.
1 Kasım 1922’de TBMM Saltanatı kaldırmış, 29 Ekim 1923’te de Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.26 Beşinci Mehmet olarak ta bilinen son Padişah Vahdettin sürgüne gitmiş ve kuzeni Abdülmecid tüm inananların Halifesi ilan edilmiştir.27
Saltanatın kaldırılması, iki koşut düzenin, iki yönetimin sonu anlamına gelmemiştir. Bir yanda yeni cumhuriyetin siyasi düzeni ve laik yönetimi vardı, diğer yanda ise Halife İkinci Abdülmecid tarafından idare edilen İslamî yönetim varlığını sürdürüyordu.
Her ne kadar Halife siyasi konulara müdahele etmeyeceğini yazılı olarak bildirmiş idiyse de, Atatürk Halife’nin yönetimi kendi egemenliği altına alma heveslerinden endişe duyuyordu. Halife’nin kendi hazinesi ve askeri gücü dâhil, kendine ait birtakım hizmet birimleri olduğunu biliyoruz – Atatürk’e göre bunların ne dinî ne de daha da az olmak üzere siyasî bir gerekçesi olabilirdi. Ulusal Kurtuluş çabaları sırasında kendisine ve yandaşlarına karşı çıkartılmış olan fetvalar ile ilgili deneyimleri, bu düşüncelerini daha da güçlendiriyordu.28 Öte yandan, Halife, Padişahların iç ve dış politika konusundaki davranışlarını devam ettirebiliyordu; diğer bir deyişle yabancı temsilcileri ağırlayabiliyor ve onlarla diyaloğa girebiliyor, resmi tören ve kutlamalara katılabiliyordu; böylelikle, en azından resmiyette, gerçek egemenliği engelleyen ikili düzenin devamı sağlanmış oluyordu.
Tüm bu nedenlerden ötürü Kemal Atatürk TBMM’yi Halifeliğin görev ve yetkilerini üstlenmeye davet etti. 1 Mart 1924’te Atatürk şöyle demiştir: “İslamiyet ancak siyasete alet olmaktan çıktığında yükselecektir.” 29
Atatürk, egemenliğin bölünmez ve devredilemez olduğunu söyleyen Rousseau’nun haklı olduğuna yürekten inanıyordu. Halifeliğin Cumhuriyetçi ilkeler ve ulusal egemenlik ile bağdaşmadığı gerçeğinin altını çizerek, kaldırılmasını istedi.30 3 Mart 1924’te yaptığı konuşmada Atatürk şöyle demişti: “Cumhuriyet sağlam temellere oturmalıdır ve iyi bir bilimsel yapıya sahip olmalıdır… Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Cumhuriyet nihayetinde laik bir devlet olmalıdır.”31 Aynı gün Halifelik resmen kaldırıldı ve bu, eğitimden başlayıp alfabeyle devam eden ve Türkiye Cumhuriyeti’nde laikliğin temel direklerinden biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşuna dek varan din ve devlet işlerinin topyekün ayrılmasının yolunu açtı.
9
Böylelikle, Atatürk, cumhuriyetçi rejimin laik karakterini yerleştirmeye başladı. Avrupa’dan uzmanlar getirterek Şeriat yerine kullanılmak üzere Alman ticaret, İtalyan ceza ve İsviçre medeni kanunlarını neredeyse aynen kabul etti. Bu durum tüm hukuksal yapıyı değiştirdi. 1930’a gelindiğinde din adalet sisteminden tamamen çıkartılmıştı. Yedi yıl sonra, laiklik, Cumhuriyet’in merkezi ve temel bir dayanağı olarak Anayasa’ya yerleştirildi. 32
Fakat Atatürk saltanatın ve halifeliğin kaldırılması ile durmadı. Fikirleri, kadınların özgürleştirilmesi alanına da yayıldı. Bir seferinde Atatürk şöyle demiştir: “Tam eşitlik olacaktır. Kadın, erkeğin sahip olduğu tüm haklara sahip olacaktır. Kadınlarımızın özgür olma hakları vardır ve bu hakkı kazanmışlardır. Toplumsal hayatı Ulusun yarısından esirgemek olanaksızdır.” 33 İsviçre Kanunlarındaki ilkelerin yürürlüğe konmasıyla aile yapısında ve mülkiyet haklarında devrim yaratmış ve kadınların durumunu kökten iyileştirmiştir. Kadınlar kocalarının bir malı olmak yerine, birer birey ve hür vatandaş olmuşlardır.34
Kayda değer inkılaplar bazı köklü geleneklerin terk edilmesiyle devam etti. Manastır kenti ve konsüllerle ilgili hatıralarını beraberinde taşıyan Atatürk’ün çabası, geleneksel fesi önce yönetimde sonra da toplumun genelinde bir kenara bırakmaktı. Meşhur panama şapkası ile dolaşarak her yerde görünümün de reform sürecinin ve Batı’lı değerlerin kabul sürecinin bir parçası olduğunu herkese göstermiştir.35
3. SONUÇ
Bodin’in Avrupa siyasi düzeni için savunduğunu, Atatürk, din ve devlet işlerini ayırarak egemenliği elde etmek ve dinî yönetimi kaldırmak yoluyla üç buçuk yüzyıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde gerçekleştirmiştir.
Siyasi dokuyu topyekün söküp atmış, monarşiyi cumhuriyete dönüştürmüş, imparatorluğu tek bir bölgeye indirgemiş, dinî devlet yapısını laik bir cumhuriyete dönüştürmüş, Saltanatı kaldırmış, Halifeyi görevden uzaklaştırmış ve Osmanlı İmparatorluğu ile tüm bağları reddetmiştir. Modern dönemdeki en büyük kültürel, siyasi ve sosyo-ekonomik dönüşümlerden birini gerçekleştirmiştir. Türkiye, ulusal ve laik bir devlet olarak işte böyle doğmuştur.
Makedonya tüm bunların neresindedir? Makedonya, Atatürk’ün tüm bu değerleri öğrendiği pencereydi; karakterini ve dünya görüşünü şekillendiren ortamdı; ileride Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna yol açacak olan fikirlerin büyümesine yardımcı olan bir yerdi.
Kim bilir, meşhur düşüncesini dile getirirken belki de Makedonya’yı hatırlamıştı: “Yurtta sulh, Cihanda sulh.” Makedonya her zaman birçok büyük evladının doğum yeri olmuştur. Bunlardan biri şüphesiz Atatürk’tür.”dedi.

Cumhuriyet Üniversiteis Rektörü ALim Yıldız ise ”

Bugün sizi şehrimizde ve Üniversitemizde ağırlamaktan onur duyduğumuzu belirterek sözlerime başlamak istiyorum. Bu ziyarette sizi hem bir Cumhurbaşkanı hem de alanında değerli çalışmalar yapmış bir akademisyen olarak misafir ediyoruz.

 

Makedonya ile Türkiye ortak bir geçmişi paylaşan, tarihi, kültürel ve coğrafi zeminde buluştuğumuz dost bir ülke. Ortak tarih ve kültürel miraslarımızın en güzel şekilde yaşatıldığı Üsküp, Manastır, Ohri gibi şehirler kardeşliğimizin en güzel örnekleridir.Âşık Çelebi’den başlayarak Cenab Şehabettin’e,Yahya Kemal’e kadar Makedonya doğumlu ya da ömürlerinin önemli bir kısmını burada geçiren yazarlar ve şairlerimiz vardır.

 

Tarihten aldığımız güç ile iki ülkenin, her alanda olduğu gibi bilim ve eğitim alanlarında da iş birliği yaparak sağlam adımlarla geleceğe yön vermelerini sağlamak istiyoruz.

Bu nedenle ekselanslarını Üniversitemizde görmekten, değerli fikirlerini dinlemekten ve iki ülkenin ortak çalışmalar yürütmesine yönelik adımların atılmasından duyduğum memnuniyeti ifade etmek istiyorum.

Değerli akademisyen arkadaşlarım;

Sivas geçiş noktası üzerinde yer aldığı için tarih boyunca ekonomik, siyasi, bilimsel ve birçok alanda Anadolu’nun önemli merkezlerinden biri olmuştur. Şehrimizde yer alan medreselerden birçok ilim adamı yetişmiş; burada astronomi, tıp gibi bilim dallarında değerli çalışmalar yapılmıştır. Sivas; ozanlar, şairler şehri olduğu gibi alimler şehridir. Biz Üniversitemizin tarihini 1974 yılından değil medreselerin kurulduğu tarih olan 1200’lü yıllardan başlatıyoruz. Tarihten aldığımız güç, ecdadımızın ortaya koyduğu kıymetli çalışmalar ile yola koyulmayı amaç ediniyoruz. Üniversitemiz şehrimizin önemli markalarından birisi. Bu markayı ulusal ve uluslararası düzeyde çalışmalar yapan ve bilim üreten bir merkez hâline getirmek istiyoruz. Bunun için gerek yurt içinde gerekse yurtdışında Üniversitemizi tanıtmak için tanıtım fuarlarına katılıyoruz.

 

 

 

Geçtiğimiz yıl ilk beş bine giren öğrencilerden Üniversitemizi tercih eden öğrenci sayısı 13 iken bu sayı bu yıl 60’a çıktı. Yabancı öğrenci sayımızı daha da yukarılara çıkarmayı hedefliyoruz. Böylelikle hem ülkemizin dünyaca tanınırlığını artıracağız hem de Üniversitemizi daha iyi yerlere getireceğiz.

 

Biz, eğitimin amacının ders geçmek olmadığına inanıyoruz. Biz, Üniversitenin geleceğe giden yolda bir ışık olduğunu düşünüyoruz. Gençleri geleceğe hazırlamak, onların bilimsel değer ortaya koyan insanlar olmaları için çalışmak bizim asli görevimizdir. Kıymetli misafirimiz konuşmamın başında da belirttiğim üzere alanında önemli çalışmalara imza atmış bir akademisyen.

 

 

 

Değişen dünyada üniversitelerin değişmesi de kaçınılmazdır. Hatta bu değişimin ilk adımları üniversiteler tarafından atılmaktadır. Çünkü üniversiteler bilginin ve dolayısıyla bilimin işlendiği yerlerdir. Üniversitelerin bilgiye ve bilime yön vermesini sağlamak, akademisyenlerin kendilerini yenilemelerinden geçtiğinin bilincindeyiz. Bu bilinç ile; rekabetçi, yenilikçi, dinamik ve disiplinli çalışmalar yapmak bir üniversitenin temek şiarıdır.

 

Devletimizin hedefleri doğrultusunda en büyük görev kuşkusuz üniversitelerin ve biz akademisyenlerindir. Ülkemizin geleceği olan gençler üniversitelerde eğitim görmekte; bilimsel ve analitik düşünmeyi buralarda öğrenmektedirler. Değişen dünyanın dengesini bilimi ve teknolojiyi üreten toplumlar ellerinde tutmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi; güçlünün değil haklının, zalimin değil mazlumun, ezenin değil ezilenin yanında olma davasıyla hareket eden ülkemizin bu dengeleri gözeterek etkili ve verimli politikalar üretmesinde biz akademisyenlerin sorumluluğu tarihidir. Suyun akışına kapılan, suyun götürdüğü yere giden değil; ırmağa yön veren bir ülke olmak durumundayız.

“Bilim insanlığın ortak malıdır” düşüncesi ileMakedon üniversiteleri ile iş birliği yaparak hem ülkelerimizin geleceklerine katkıda bulunmak hem de var olan dostluğumuzu pekiştirmek istiyoruz. Sözlerime burada son verirken Ekselansları, burada olmanız bizler için gurur kaynağıdır. Tekrar hoş geldiniz.”dedi.

 

 

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.